banner

Tuesday, May 30, 2006

şimdi saat kaç

ferit edgü

ilk kum saatini gördüğümde, dünya kadar büyük bir kumsaati düşlediğimi ansıyorum, ama saatin alt ve üst bölümlerini birleştiren ortadaki delik, küçük mü küçük. Öylesine küçük ki alt bölmedeki kumun kalınlığı henüz birkaç milimetre. Üst bölmedeki kumlar tükendiğinde her şey sona erecek. Dünya du­racak Ve zaman sona erecek.
Gerçekte ilk kum saatini gördüğümde mi düşledim bunu, yoksa kafamda çok sonraları mı gelişti bu imge, doğrusu çıka­ramıyorum. Bildiğim tek şey dünya kadar büyük kum saati im­gesinin çocukluğuma ait olduğu. Çocukluğumun düş gücünde en büyük biçim yeryüzü küresiydi. Evren çok uzaktı. Belli bir biçimi yoktu. Dolayısıyle "normal" bir çocuğun düşlemi içinde yeri olamazdı.
Zamanın simgesi kum saati, bir çocuğun niçin ilgisini çek­sin, niçin onun düşleminde ulaşılabilecek en büyük boyutlara ulaşsın. Zamanı durduramayacağını sezinleyip, onu yavaşlat­mak isteği, hatta içgüdüsü mü? Çevremdeki yaşlılar ölmesin ve ben çabucak onlar gibi olmayayım mı?
Olabilir?
Çocuğun dünyası, herkesin bir çocukluğu olduğu halde, son derece karmaşık, birbirine benzemez ve o oranda da zengin de­ğil midir? İnsanoğlu, milyonlarca yıllık kalıtımına karşın, yavaş yavaş keşfeder dünyayı. Dokunarak, koklayarak, duyarak... Al­gılama süreci çok sonra gelir ve ölene (bizim için zaman dura­na, belki daha doğru bir deyişle, zamanla aramızdaki ilişkinin geçersizliğe ulaştığı âna) değin sürer. Ama zamanın ne kokusu vardır, ne de dokusu. Sesi de yoktur; sessizliktir zaman. Saatin tık-taklan zamanın sesi değildir. Saatin tik-taklandır, o kadar. Gerçekte varolmayan saniyelerin tik-taklandır. Gece ve gündüz de zaman değildir. Doğan ve batan güneştir. Günler, haftalar aylar, yıllar da zaman değildir.
' zamanı somutlamak, kuşatmak, adlandırmak, bölmek son­ra toplamak (tarih) insanoğlunun yarattığı kavramlardır. İnsanoğlunun usu boşluktan korkar, doldurmak ister boşluğu. Saçmadan ürker, bir anlam arar. Bu da ancak adlandırmakla olur. Adlandırdığım bir şey artık benim dünyamın bir parçasıdır Zamanı adlandırdım ve onu eşit dilimlere, birimlere böldüm, diyen insan, bilinmeyene karşı bir utku kazanmıştır. Ama savaş bitmemiştir. Çünkü yalancı bir savaştır bu. Yalancı sa­vaşların utkusu da yalancı olur. İnsanoğlu kendini kandırabi­lir, hattâ kendi yarattığı Tanrı'larını da. Ama zamanı kandıra­maz. (Kandırabilseydi boyunduruğu altına alabilirdi.)
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ünlü dizesi, "Ne içindeyim za­manın, ne dışında...' tüm insanlığın durumudur. Sorun da burdadır ne içinde, ne dışında olduğumuz bir kavramdır bize hük­meden. Ne var ki, insanî boyutlarda bir egemenliktir bu. Kralla soytarıyı, Hintliyle Çinliyi, Fransızla Almanı, Arapla Türkü bir­birinden ayırmaz. Yeryüzündeki tek eşitliktir zaman. Bu eşitli­ği insanın kendisi bozar. Hücrede geçen zamanla iktidar koltu­ğunda geçen zaman; ölüm döşeğinde geçen zamanla aşk döşe­ğinde geçen zaman; okumaya ayrılan zamanla yazmaya ayrılan zaman; eş ve eşit değildir. Onbeş yılda yazılan bir romanı, on-beş saatte okuyabilirsiniz. Hücredeki tutuklunun bir yılı, hü­kümdarın on yılının karşılığı olabilir; kutuplarda zamanın yer­çekimi çok az, ekvatorda pek çok olabilir. Güney Amerika yerli­lerinin kullandığı sannsal bitkiler insan beyni ve sinir sistemin­de öylesine etkiler yaratır ki, saniyeler saat, saatler gün boyu­na ulaşabilir. Bu örneklerden yola çıkarak, "Zaman görecedir" dersem, okuyucu Einstein'ı yinelediğimi sanabilir.
Oysa beni ilgilendiren (hiç değilse bu yazıda) Einstein ve onun görecelik kuramı değil. Zaman'ın değişkenliği Coğrafya da, değişik kültürlerde izlediğimde Zaman diye bir şeyin varolmadığına inandırmak istedim kendimi. Biz insanlar yarattık Zamanı, tıpkı Tanrı'ları yarattığımız gibi. Böylesi bir kestirip atma ne kadar kolay ve rahat olurdu, üstelik ne kadar da inanılası. Ama inanmak için, irdelemek, sorgulamak, aldığınız yanıtlarla yetinmeyip yeni sorular yeni yanıtlar gerekiyorsa; kuramlara, öğretilere değil, gerçeklere, sözcüklere değil anlamlara varmaksa amacınız, kestirme yolların yolcusu olamazsınız.
Çocukluğumda düşlediğim, o dünya kadar büyük sırça kum saati hiç ummadığım bir yerde, hiç beklemediğim bir anda par­çalandı, ve ben o milyarlarca kum tanesinin altında kaldım. Yaş­lı, genç ölülerimle. Can çekişenlerimle (...imle, evet; çünkü on­lardan biri de bendim).
Doğu'nun bir kentindeyim. Kent olmayan bir kentte. El ele tutuşmuş insanlar (yalnız erkekler) kentin tek caddesinde (ki cadde değildi) bir aşağı, bir yukarı yürüyorlardı gün boyu. Hiç konuşmuyorlardı. Arada bir başlarını kaldırıp gökyüzüne ve na­sıl bir benzetmeyle bilmem Sümbül Dağı adı verilmiş, yalçın ka­yalardan oluşan görkemli, ama aynı zamanda korkutucu dağın doruğuna bakıyorlardı. Sanki bekledikleri bir şey vardı. Yağ­mur ya da kar. Ya da söneli yüzyıllar olmuş yanardağın "yaşa­ma geçmesi", lavlarını kusması... Daha sonra bir dağ köyünde buldum kendimi. Gece vardı. Çok uzun. Gündüz vardı. Oldukça kısa. Dolunay ilk kez penceremden odama yansıdığında, gün doğdu sanıp doğrulmuştum yatağımda. Ve işte o an parampar­ça oldu çocukluğumun kum saati.
Kumların altından kurtulmak (eğer kurtuldumsa) yıllarımı aldı. Ölülerimi sonsuzluğa (işte, gene zaman!) gönderdim. Ardlarında bıraktıkları fotoğrafları çerçevelettim. Yazılarını (ör­neğin Güner Sümer'inkileri) kitaplaştırdım. Mektuplaşmalarımı­zı (ölenlerle) bir dosyada topladım. Arşiv, ölüm ve ölümden son­ra yaşamak demektir. Bu nedenle aşklarımı, sevgililerimi, sev­dalarımı (ayrıntılara dikkat!) arşiv-dışı tuttum. Zaman'a meydan okumak için değil, onunla dost geçinmek için. Doğrusu bu dostlu­ğu filozoflar aracılığıyla değil, şairler, yazarlar aracılığıyla kur­dum. Kurabildiğimce. Bergson ve Heidegger yanıt değil soru ge­tirdiler bana. Yalnızca bir araştırmacı, Jacques Attali "Zamanın Tarihleri" adlı kitabıyla, altında kaldığım kum saatinin kumların­dan, bir ölçüde kurtulmama olanak sağladı. Ama "zamansal" sağ­lığa kavuşmam, dediğim gibi, şairlerle oldu.
Melih Cevdet Anday'a soracak olursanız, Zaman yoktur. Oy­sa "Ölümsüzlük Ardında Gılgamış" adlı kitabındaki şiirler "zaman"la hesaplaşan şiirlerdir. Daha kitabın adında başlar bu: "Ölümsüzlük..." Zamanın yokluğunu, varolmadığını vurgular. Zaman varsa eğer, "ölümsüzlük" yoktur. Gılgamış da (özgün des­tanda ve Melih Cevdet Anday'm şiirinde) zamana karşı savaşır-Ama kanımca, Melih Cevdet'in "zaman" konusundaki gerçek şiiri, aynı kitaptaki "Öğle Uykusundan Uyanırken" adlı şiiridir. Bu şiirde "zaman" adlandırılmaz. Düş ve gerçek, sonsuzluğun (zamanın) yaşam kesitleri olarak belirir: Gölge ve ışık; deney (madde) ve tinsellik; uyku ve uyanıklık; tarih ve coğrafya bu öz­gün şiirin ana nitelikleridir: "Gerçekte uyku ve uyanıklık birdi. Ölmek ve yaşamak bir. Geceden günü, günden geceyi yaratırdık. Acıkma geyiği diriltmek içindi. Taşları topladm mı yağmur geli­verirdi. Bakışımızla yakardık ateşi. Bir yılan bulduk mu, yüzde yüz ay çıkardı. Şaşıracak hiçbir şey yoktu. İste, olsun! Bunca ko­lay. Ne zengindik ama. Sonra tümden yoksul düştük. Bunu ansı­mam için yüzyıllar yaşamam gerekti. Ah, bütün dünyayı yaşa­dım. Saatlara hem akrebi, hem yelkovanı koyma buluşu, gerçek­ten şaşılacak bir buluştur. İki yıldızı gökten çalıp bir camın altı­na kapamak kolay iş mi?"
Bu eşsiz şiirin, konusu değil, öznesidir zaman. Ama tersinden! Çünkü zamana karşı çıkan, zamanı yok saymak "isteyen" bir şiirdir bu.
Proust, yapıtını "Geçmiş Zaman Peşinde" kurar. O geçmiş, yitik zaman, roman boyunca yitiklikten kurtulur ve "varolan" bir zamana erişir. Çünkü gerçeklik (Proust'a göre) bellekte olu­şur.
Joyce'un romanı Ulysses, belli bir sürenin (Dublin'de 24 saat) romanıdır. Virginia Woolf, Faulkner, Dos Passos ile "Yeni Roman" diye adlandırılan Fransız yazarlarında, zaman, önemli bir yer tutar. Alain Robbe-Grillet'nin romanı, "Les Gommes/'Silgiler" zamansal bir romandır. Öylesine ki, romanın zamanı, kurşunun namludan çıkmasıyla hedefini buluşu arasındaki süredir.
Beckett'in ünlü oyunu "Godot'yu Beklerken"de, "zaman" oyunun ana temalarından biri değil baş kişisidir sanki. Vladimir ve Estragon beklerler. Ama bekledikleri Godot değil, Godot' nun zamanıdır. Çünkü beklenen Godot'nun bir zamanı vardır, "o zaman" gelecektir. Bu, hiç gelmeyecek demektir bir anlam­da. Bir başka anlamda, "umudun zamanı olmaz" demektir. Öl­çümü olmadığı için.
"Godot'nun, beklemeyen kişilerinden Pozzo, Vladimir'e şöyle haykırır. "Beni bu kahrolası zaman hikâyelerinizle zehir­lemeniz bitmedi mi daha? İnsanlık değil bu yaptığınız. Ne za­man?.. Ne zaman?.. Bir gün... Yeterli değil mi bu sizin için: bir gün... öbür günler gibi bir gün dilsiz oldu, bir gün ben kör ol­dum, bir gün hepimiz sağır olacağız. Bir gün doğduk, bir gün öleceğiz, aynı gün, aynı an..."
Aynı gün, aynı an... Oysa hiçbir gün aynı değildir. Hiçbir an aynı değildir. Benzerlikler zaman dışıdır.
Hemen hemen çeyrek yüzyıl oluyor, İspanya'da tarihöncesi döneme ait Altamira Mağarası'nı gezerken, kendimi birçok çağdaş sanat eserinden daha yakın bulmuştum bu mağaranın duvarlarına kazınmış resimlere, iki ay önce Paris’te “Tarih-öncesi Avcıların Sanat ve Uygarlıkları” adıyla sunulan sergiyi gezerken de Altamira'daki duygularımda bir değişme olmadığını,gördüm Otuz bin yıl öncesinin, adsız sanatçılarının hangi amaçla yarattıklarını bilmediğimiz bu duvar resimleri, bu heykelcik­ler nasıl oluyor da birçok çağdaşımın eserlerinden daha çok et­kileyici olabiliyor?
Yalnızca bu olgu, sanatta zamanın olmadığının kanıtı değil mi?
Peki, çağdaşlık? diyeceksiniz.
Pek emin değilim, ama ola ki, çağdaşlığın yolu, geleceği düşlemekten çok, geçmişi düşünmekten geçiyor.
Toplu şiirlerine, otuzbeş yıldır yayımladığı dokuz kitabın­dan birinin adını değil de, bir şiirinin adını (Büyük Saat) veren Turgut Uyar, söz konusu şiirine şöyle başlıyor:
"Tarihi bir olmaz akış gibi./Oh sanki evrenin en son gecesi­ni yaşadım/Sanki dinozorlar ve ben ve en hızlısı öbürlerinin/ Bir ilkel eşitlikte buluştuk. (Evrenin kendi kurduğu gecesini.)" Sonra soruyor. "Saat, saat kaç hâlâ/Bilmem? Ben güneş saati kullanıyorum."
Zaman kavramı, sanat alanında, yalnızca müziğin ve dansın birimidir. Yalnız bu sanatlar, doğrudan doğruya ilgilidir zaman­la. Ama bu yaşanılan zaman değil, sanat eserinin "teknik" za­manıdır. Resim sanatının, kolayca anlaşılabileceği üzre, zaman­la ilgisi yoktur. Roman ve şiir ise, kimi zaman yakın, kimi za­man uzak (ya da hiç) ilişkiler içindedir "zaman"la. Bu ilişkiler (varolduğunda) çok yönlü ilişkilerdir. Örneğin bir romanın ya­tay zamanı vardır, dikey zamanı vardır.
Zamansız romanlar olduğu gibi, daha yazıldıkları anda za­man aşımına uğramış romanlar da vardır. Dostoyevski'nin ro­manlarında, olaylar öylesine bir zaman dilimine bölünür ve ya­yılır ki, artık zamandan değil, onun bir birimi olan süreden söz edebiliriz. Oysa Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı (ama yalnızca bu romanı) bir "zamanın" romanıdır. Kafka'nm Dâvâ'sında, Şato ve Amerika'sındaki zaman yalnızca romanın zamanıdır. Dış dünyada karşıhğ, yoktur bu zamanların. Herhangi bir romanı, klasik ya da çağdaş, anlatımındaki fiil kiplerini değiştirerek okuyun. Yalnız üslubun değil, zamanın, romanın akışını ve anlamını etkilediğini göreceksiniz. Di'li geçmiş, miş'li geçmiş kiple yazılmış bir romanı, şimdiki zamana ya da geniş zamana cevirin, romanın dile getirdiği sanatsal gerçekleri de çevirmiş olursunuz. Fantastik bir öyküsü olan romanı gerçekçi; gerçekçi bir
örgüsü olan romanı fantastik duruma getirebilirsiniz.
Evet, yalnız resimdir, sanatlar arasında, zamanın dışında kalan, ondan etkilenmeyen ve onu yorumlayamayan.
Ama, gene de etkisinden kurtulamadığım bir resim var ki, bir yanıyla zamanla ilgili. Goya'nın, Prado Müzesi'ndeki, "Ço­cuklarını Yiyen Chronos" (ya da Satürn) adlı tablosu bu. Onat Kutlar'ın, "Yeter Ki Kararmasın" adlı kitabı için yazdığım ya­zının resmi olarak tson yılların moda deyişiyle, "değişik bir bağ­lamda") düşünmüş, ancak bir fotoğrafını bulamadığım için ger­çekleştirememiştim bunu. Şimdi bu tablonun siyah/beyaz bir fotoğrafı var karşımda. Daha doğrusu, yukarıda andığım Jacques Attali'nin "Zamanın Tarihleri" (Histories du Temps) adlı kitabının sayfaları arasında. "Chronos", eski Yunanlılarda Za­man Tanrısı. Oğullarından birinin kendisini öldüreceği söylen­diği için, doğan tüm oğullarını, birbiri ardısıra yemektedir Kronos. Üçüncü oğlu, Zeus, anası Rhea tarafından saklanır, Kronos onun yerine bir taş yer. Vakti geldiğinde, Zeus, babası Kronos'u öldürür, iktidarı ele geçirir, kızkardeşlerinden biriyle evlenir: Artık çocuklarından hiçbiri kendisini öldüremeyecektir.
Mitologya olayları ve kişileri, yukarıda özetlediğimden çok daha karmaşıktır. Ben "zaman"ımıza uyguladım. Satürn, çocuk­larını yemektedir. Ama bir gün gelecek, oğullarından biri de onu yiyecektir. Zaman açısından oldukça güç, işin içinden çıkılması olanaksız bir durum. Zaman Tanrısı kendi çocuklarını yiyorsa, zamanın geçmesini istemiyor demektir.
Çocuklarından biri Kronos'u öldürdüğünde zaman durmuş olacaktır. Tanrıların Tanrısı Zeus'tur bunu başaran. Zeus ölüm­süzdür. Yalnız Zaman Tanrısı'nın oğlu olduğu için değil, Za­man Tanrısı'nın oğlu olmak isterler. Zamanı var saydıklarında da, yok saydıklarında da.
Evet, yeni yılın ilk yazısı bu. İyi ama, "Şimdi saat kaç?"

P.S./Zamanı ölçmek için insanoğlu, binbir yöntem uygulamıştır. Ama bunlardan birini olağanüstü bir şiirsellikte bulurum: Amazon yerlilerinden More'ler, "zamanın kokusunu" duy­mamak için, bir an göz kapaklarını kırpıştırıp susarlar, son­ra da yeni yılın tarihini saptarlarmış. Jacques Attali, yuka­rıda andığım kitabında ekliyor. "Kokusal saatleri, hiçbir zaman yanıltmazmış More'leri." Şöyle gözlerimizi kırpıştırıp, "zamanın kokusundan" derin bir soluk alıp sustuktan sonra, kaçıncı yılda olduğumuzu saptamaya ne dersiniz?

Milliyet Sanat
7 Ocak 1981