banner

Wednesday, May 10, 2006

İSLAM DÜŞÜNCESİNDE KUTSAL [ZAMAN] KAVRAMI

salih özer

A.ZAMAN KAVRAMI

A.1. Gelenekler ile Modernitede Zaman Kavramı Üzerine Birkaç Söz
Bu yazıda, İslam düşüncesi çerçevesinde zaman kavramıyla ilgili bir konu olan ritüelleri/kutlamaları kimi örneklerle irdeleyeceğimiz için, genel olarak modernlik öncesinde ve dinlerdeki, özel olarak da İslam kültüründeki zaman kavramına kısaca değineceğiz; öte yandan konunun belirginleşmesi için modern zaman anlayışına da kısaca değineceğiz.Edward T. Hall, zamana ilişkin kavramların bir kültürün kimliğini oluşturan inançlar ve değerler çekirdeğine ait olduğunu söyler. Dolayısıyla zamana ilişkin yaklaşımların inanışlarla ve hayata ilişkin bakış açılarıyla sıkıca ilişkili olduğu söylenebilir. Nitekim gelişme düşüncesi evrimsel zamandan çıkmıştır; keza uygarlaşma, evrim, modernleşme gibi terimler de bu anlayışa aittir.Eliade genel olarak dinler için zamanın türdeş olmadığını, zira bu zamanı bölen, olağanüstü durumlar, anlar (kutsal zamanlar) olduğunu söyler. Bunlar dindar insan için önemlidir. Nitekim kültürlerdeki gittikçebozulan zaman kavramı, zamanı eşdeğer görmeyen bir bakışın uzantısıdır. Tarihçi Jacob Burckhart, antik dünyanın, içinde yaşanılan dünyanın kendisine oranla sürekli bozulduğu bir Altın Çağa/döneme inandığını, günümüzde ise “şimdi” ve “gelecek” lehine bir mükemmelleşme (gelişme/progress) teorisinden bahsedilebileceğini kaydeder.Modernlik öncesi zaman anlayışında, tabiatla iç içelik vardır; yani hayatın ritmini, doğal döngüler belirler: Sosyal hayat güneşin doğuşuyla başlar ve batışıyla sona erer. Dolayısıyla zaman mesafelerini belirlemek, saatle değil, gün ışığının uzunluğuna dayandırılır. Belirleyici şeyler; yıldızların hareketleri, med-cezir, yağış-kuraklık zamanları, mevsimler, gün-gece, nesiller vesairedir. Modernlik öncesinde zaman, gün, saat, dakika ve saniyelerin toplamı değil, olayların ve tecrübelerin bir ilişkisiydi ve dikkati çeken olaylarla işaretlenirdi. Öyle ki kroniklerden çıkarılacağı gibi 17. yüzyıla kadar bile insanların sadece çok az bir kısmı doğdukları yılı numaralandırmaktadır. Zaman insanların mülkü değil, Tanrı’nındı. Bütün canlılara zamanlarını O verirdi. Jean Baudrillard’ın da belirttiği gibi aslında ilkel toplumlarda zaman yoktur; bu toplumlarda zaman, tekrarlanan kolektif etkinliklerin ritminden (çalışma ve bayram ritüelleri) başka bir şey değildir. Zaman, [modern toplumlarda olduğu gibi, SÖ] bu etkinliklerden koparılıp, öngörülen-güdümlenen geleceğe yansıtılamaz.Oysa modern bakışta zaman; homojen, ölçülebilir ve kronolojik bir yapı arzetmektedir. Nitekim Martin Heidegger, bu bağlamda şunları söyler: “Fizikçinin zamanı kavrayışı ve belirleyişi, ölçme özelliği taşır... Zamanın şimdi-noktalarından hiçbiri, diğerine göre ayrıcalıklı değildir... Bu zaman, bütünüyle tekdüzedir, homojendir. Zaman ancak homojen olması koşuluyla ölçülebilir.” Baudrillard modern dönemde, parçalanan, soyut, kronometrikleşmiş zamanın, böylece değişim değer sistemiyle türdeş hale geldiğini belirtir ve ekler: “Zaman bu sisteme herhangi bir nesne nasıl girmişse öyle girer...Tıpkı zamanın nesne olması gibi, üretilen nesnelerin tamamı da kristalleşmiş zaman olarak görülebilir...Çamaşır makinesi, ev kadını için boş zamandır, satılmak ve satın alınmak için nesneye dönüştürülen potansiyel boş zamandır (ev kadınının TV ve orada diğer çamaşır makineleri için yapılan reklamı seyretmek için kullanacağı boş zaman!).”Karlheinz A. Geibler modern zaman anlayışının en temel özelliği olarak dakikliği göstermektedir. Bu yaklaşımın sonucu olarak saatlerin ortaya çıktığını söylemektedir. Öte yandan modernlikle birlikte zaman çok önemli hale gelmiştir; artık zaman Allah’ın bir lütfu olmaktan çıkmış, kendisiyle hesap-kitapla ilişkiye geçilen kıt bir kaynak haline gelmiştir. Daha önceden Kilise tarafından yapılandırılan/yönlendirilen zamanın modernlikte elden çıkması dolayısıyla “saat” ile “çanlar” arasında kıyasıya bir mücadelenin yaşandığını aktarır. Keza ona göre bugün bizler geleneksel dünyadaki tabiat güçlerinin sonuçlarından gittikçe bağımsız hale geldik; fakat buna karşılık petrol fiyatlarına bağımlı hale geldik. Kurtuluş ümitlerimiz ebediyete değil, hayat sigortamızın vaktinde ödenmesine yönelmiş vaziyettedir. Karlheinz, modern zaman anlayışının oluşumunda Max Weber’in “protestan ahlakı” dediği hususun etkisinin olduğunu söyler; şöyle ki Protestanlar zaman ile hesaplı ve tasarruflu bir ilişki içinde olmak zorundadırlar; çünkü ebedi hayata, yani zamansızlığa ancak çalışma ve fedakarlıkla talip olunabilirdi. Oysa Katolikler aynı hedefe erişmeyi kutsala uymak suretiyle sağlanacak kurtuluşta aramaktadırlar. Bu, maddi refaha yönelmeyen tamamıyla başka bir çalışma tarzıdır. Ayrıca Karlheinz, modernlik öncesinden modernliğe geçişin, kutsal ruhtan aceleci ruha, ya da hayata bağlı çalışma zamanlarından çalışma zamanlarına bağlı hayata geçiş şeklinde formüle edilebileceğini ve bu geçişin pietist-protestan muhafazakârlık ile gerçekleştirildiğini dile getirir. Bu arada Karlheinz, zamana yaklaşım noktasında bizce önemli bir noktanın da altını çizmektedir: Hayatta sadece eğer hem yavaş hem de hızlı olunabiliyorsa esirgenilmiştir. Eğer başarılı ve anlamlı olmak zorundaysa süratin yavaşlığa ihtiyacı vardır. Aynı şekilde üretken yavaşlığın da hızlılık imkânına ihtiyacı vardır. Bizce bu sözler, doğru yaklaşımın, ne yavaş işleyen gelenekte ne de son derece aceleci modernlikte yattığını dile getirmektedir. Zira Avrupa örneğinde gördüğümüz gibi Katoliklikte sembolize olan Hıristiyan gelenek, hayatta bölünmeye yol açmışken, modernlik ise zaman içinde kutsalla tüm bağını koparmıştır.Gelenek ile modernite arasında zaman kavramı bağlamında en bariz değişikliklerden birisi, Anthony Giddens’ın belirttiği gibi, modernlikte zamanın, uzamı(nı) kaybetmesidir; zira geçmişin uzama bağlı ve kesin olmayan, keza “ne zaman”ın daima “nerede” ile bağlantılandırıldığı zaman anlayışı artık yok olmuş, mekanik saatin icadıyla birlikte zaman, uzamdanayrılmış ve bu şekilde, nicelleştirilmişti. Giddens, modernliğin, uzamı düşselleştirerek, yani yerellikten kurtararak, diğer bir ifadeyle “boş uzam” oluşturarak uzak toplumsal etkilerin altında biçimlendirdiğini ileri sürmektedir. O, zaman-uzam ayrışmasının modernlik açısından niçin bu kadar önemli olduğu sorusuna cevap olarak, bunun yerel alışkanlıkların kısıtlamalarından insanı kurtararak büyük değişimlere açık kılmasını, modern toplumsal yaşamın ayırt edici özelliği olan rasyonel örgütlenme için bir dişli vazifesi görmesini ve nihayet, evrensel olarak kabul edilmiş standart bir takvim sisteminin, tek biçimli bir tarihin temellük edilmesini sağladığını ileri sürmektedir. Harvey Cox ise modern zaman anlayışına doğru gelişimin arkaplanı bağlamında; Yunan medeniyeti ile Yahudilerin-Hıristiyanların dünya anlayışı bağlamında şunları söyler: “Yunanlılara göre dünya bir mekân, bir mahaldi. Olan her şey, bu dünya içinde olmaktaydı... Oysa Yahudilere göre dünya temelde, yaratılışla birlikte başlayan ve nihai sona doğru ilerleyen bir dizi olayların yaşandığı bir tarihti. İşte bu nedenle Yunanlılar varoluşu mekânsal, Yahudiler ise zamansal olarak görüyorlardı. İlk dönem Hıristiyanlığının çabaları çerçevesinde Yahudiliğin Helen dünyası üzerindeki etkisi, hakim olan gerçeklik anlayışını zamansallaştırmak olmuştu.” Yani aslında modernlik, Yahudi-Hıristiyan geleneğin sadece biçimsel olarak yapısını değiştirmiştir. Nitekim antropolog Johannes Fabian, modernliğe yönelik adımların, doğrusal bir yorum icad edilmesinde değil, genelleştirme ve evrenselleştirme yoluyla Yahudi-Hıristiyan Zaman’ını; yani “evrensel tarih” mesajını aklî bir dönüşümle laikleştirmeye yönelik bir dizi girişimde aranması gerektiğini söyler.Öte yandan geleneksel dünya ile modernitenin zamana bakışlarının karşılaştırılması bağlamında, tersine çevrilebilir/döngüsel zaman kavramına ve bunun uzantılarına da değinmek gerekmektedir. Eliade, modern insanın kendini tarihin ürünü sayarken arkaik insanın, geçmiş olayların etkisini dile getirdiğini, bunları dönem dönem gerçekleşme aşamasına getirdiğini söyler; o, modern insana göre tarihin sunduğu ayırt edici açıklama sayılan, “olayların geriye dönüşlü olmaması” olgusunun, arkaik toplum insanı için bir gerçeklik oluşturmadığını söyler. Bu konuda İslam düşüncesine baktığımızda görmekteyiz ki, Kuran, olayların asla tekrarlanmayacağı şeklindeki modern tarih teziyle asla örtüşmemektedir; zira Kuran’da sık sık yinelenen geçmişten ders alma ya da almama bakımından (12/111; 12/3; 7/175-176) bir anlamda tarih tekerrür etmekte ya da etmemektedir. Dolayısıyla burada aslında kategorik genellemelerde bulunulamaz. Örneğin Levi-Strauss, Hüzünlü Dönenceler’de, arkada bıraktığımız (ya da gelecekteki) altın çağın, aslında bizim içimizde olduğunu ifade etmektedir. Öte yandan Eliade, yukarıdaki hususla bağlantılı “kökene dönüş mitolojisi”ne de değinerek bunun Avrupa toplumlarında saygınlığını koruyarak değişik şekillerde varlığını sürdürdüğünü söylemektedir. Yapılması düşünülen her yeniliğin, kökene dönülerek yapıldığını belirterek Reform hareketinin de, Kutsal Kitab’a dönüşü başlattığını ve ilk başlangıçtaki kilisenin, hatta ilk Hıristiyan toplumların deneyimini yeniden yaşamayı çok istediğini söylemektedir. Hatta Fransız devriminin bile kendisine temel örnek olarak Romalılar ve Ispartalıları seçtiğini söylemektedir. Bu, modern insan ile arkaik denilen insan arasında bir anlamda ortak kimi noktaların sürdüğünün de işaretidir. Zira orijinsiz olmak veya bütünsel anlamlandırmalardan tamamen kopmak, modern insanın denediği fakat tam olarak başaramadığı bir husustur. Burada ‘şimdi’nin geçmişle kurduğu ilişki biçimi üzerinde de durulmalıdır. Çünkü her kültürde izleri gözlemlenen geçmiş ya da Altın çağ nosyonu, şimdi üzerinde bir orijin ve esin kaynağı, yönlendirici değil de düşünceler ve eylemler üzerinde ipotek kuran bir yapı olarak algılandığında olumlu işlevselliğini yitirerek bir anlamda ilkel toplumların, Kuran’da da sık sık yerilen “körü körüne ataların peşinden gitme”(2/170;5/104;11/109) kültüne dönüşmektedir. Oysa olması gereken şey, orijinle bağı koparmadan -zira bu bağ, çok önemli bir husus olan tarihsel bilinci oluşturmakta ve beslemektedir- ‘şimdi’de de boğulmadan ‘şimdi’yi dikkate almaktır. Batı modernizmi, bilinçaltındaki Hıristiyanlığın kesin çizgilerle ayrılı dindışı-kutsal, dünya-ahiret ayırımını, belki doğa-insanın iç doğası ayrımıyla devam ettirmiş ve böylelikle hiçbir içselliğin bir dışsallığa, hiç bir dışsallığın da bir içselliğe tekabül etmemesine yol açmıştır. Oysa Kur’an’da sezinlenen bütünsellik, kozmoloji, bu problemi çözmeyi ve geçmiş ile şimdi-gelecek arasında dinamik bir ilişki temellendirmesini vâdetmektedir. Dolayısıyla aslında esinlendiğimiz modeli, makul seviyenin ötesinde idealize ederek zaman ve mekanın dışına yerleştirmekle, kesinlikle ciddi bir risk almaktayız. Gelenek ve moderniteden sonra, Post-modern zaman kavrayışı konusunda Karlheinz’in şu değerlendirmelerini zikredebiliriz: Post-modern dönemde insanların esnekliğe olan ihtiyacı keşfedildi, bu, dakikliğin de sonuydu; fakat önce tabiata dayalı zaman anlayışının yerine (ekonomik-teknolojik) ölçeğe dayalı zaman anlayışı ikame edilmiş, daha sonra zaman yönlendirme ölçeğinin bizzat fert tarafından tespit edilmesi mecburiyeti ile karşılaşılmış ve böylece birey ilave karar stresine maruz kalmıştır. Post-modern dönemde zaman, “her zaman/daima”nın fasılasızlığı ile tümüyle kapsandı; bu da ekonomik hayatta kesintisiz tüketime götürdü: artık ne başlıyoruz ne de bitiriyoruz; sadece sürekli aynı zaman içinde çok şey yapıyoruz ve bunu mümkün olduğunca hızlı yapıyoruz. Sürekli işletilen bir zaman içinde, yani huzursuz bir zamanda yaşıyoruz. Bugün bir çiftçinin kazancı artık emeğine bağlı değil, arazinin verimliliğine de bağlı değil; bilakis mal-vade borsalarındaki manipülasyonlara bağlı. Bugün bir depremin sebep olacağı çöküntüden çok mali piyasalardaki çöküntüden korkuyoruz. Kazanılan zaman yine daha fazla zaman için kullanılıyor, bu döngünün sonu yok...çünkü “yeterli diye bir şey yok. Sonunda Karlheinz şunu önermektedir: “Bizi zaman baskısından ve bir şeyleri kaçırma duygusundan sadece zamanın kutsanması, yani daimî hareketin durdurulması kurtarır.” Post-modern dönemde, referans noktaları iyice flulaştığı için, bir özne olarak insan belirginleşmekte ve istenci önplana çıkmaktadır. Fakat belirtilmesi gereken bir husus da öznenin artık yalıtık ve kopuk olduğudur. Dolayısıyla insanın kendini eşyadan (şeylerden/Varlıktan) bağımsızlaştırması, insanla zamanı karşı karşıya getirmektedir. Zira böylelikle insan, Bütün’ün bir parçası olmaktan çıkarak, tutamaksız olarak “zamana karşı koyması” gereken bir varlığa dönüşmektedir ki, bu da yaşamı, insan açısından çekilmez kılmaktadır. Geleneksel dünyanın “huzur”una karşıt bu tedirginlik hali, tamamen bu düşüncenin bir ürünüdür.Öte yandan eşyaya bakış ile zaman arasında da karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Zira eşyanın hareketliliği ve değişim gibi olgular, zamanı da hızlandırmakta, aslında zaman algısını hızlandırmaktadır. Mutlak anlamda bir zaman olmadığı için ve eşyaya ve mekâna bağlı bir yapı olduğu için aslında zaman, daha çok algı boyutuyla kavranmaktadır. Burada, bu olgunun nesnelliğinden ziyade öznel algı boyutu daha önemlidir. Zira zamanın akışında algılanan bu hızlılık, aslında bireyin yaşam biçimindeki değişimle, yaşam hızıyla doğrudan ilgilidir. Dolayısıyla zamanda gözlemlenen hızlılık, aslında yaşamdaki hızlılığın yansımasıdır.